16 Ocak 2009 Cuma

KAHVE KEYFİ


Benim kahve keyfim az şekerli. Özellikle çalışırken. Ama sokak ortasında yürürken Türk kahvesi içilemeyeceğinden, ismi lazım olmayan çok uluslu kahve zincirinden de zehirlendiğim oluyor. Ki o dükkana girdiğinizde ne istediğinizden çok emin olmanız lazım. Yoksa seçenekler sizi şüpheye sevkedebilir. Geçen gün kaba saba hesapladım, bildiğin kahveyi elli küsür değişik permütasyonla içebilirsin. Tabi işin raconunu da bilmek şartıyla. Ben ufak bir sütlü kahve istiyorum, az sonra tezgahın ardındaki kızcağız çığlık çığlığa “tall latte’niz hazır” diye bağırıyor. Ya ben bunu mu istemiştim diye düşünen bir ben değilim herhalde ki ismini bardağa yazıp, bardağı sana zimmetliyorlar. Hemen ardından tezgahtar hanım tekrar bağırıyor: “Hamdullah Bey, decaf venti macchiato!” Breh breh.. Hamdullah beyin özenle oluşturulmuş seçimi karşısında ezilerek uzaklaşıyorum dükkandan.

Bu seçim özgürlüğü çok güzel bir şey. Özal öncesini görmüş bir kuşak olarak, ya kim uğraşır, kim para verir ki dediğimiz tonlarla detay büyük işler haline geliyor, arz inanılmaz bir hızla kendi talebini yaratıyor. Kapitalizmin temelinde ekonomik özgürlük, onun temelinde de seçim özgürlüklerinin yattığı satın aldığımız misvaklı, beyazlatıcılı, florürlü,vitaminli diş macunu gibi ürünlerle kendini kanıtlıyor.

Keşke şu seçim özgürlüğümüz alışveriş merkezlerinden öteye de geçebilseydi. Yine bir yerel seçim öncesi kahveci tezgahı önündekine benzer bir tereddüt ile karşı karşıyayız. Ee kime oy vereceğiz ki? Özellikle sol cenahta arz bol, talep yok. Arzedilenin de ne olduğunu anlamak konservenin arkasında küçük harflerle yazılmış koruyucu ve gıda boyası listesinden medet ummaya benziyor. Ortada fark yaratan ne bir parti programı ne de somut bir fikir var. Maalesef senelerdir partiye değil lidere oy veriyoruz. Daha doğrusu, belki de liderlerimiz albeniden olabildiğince uzak olduğu için, kime oy vermeyeceğimizi fikre değil lidere bakarak seçiyoruz. Ambalaj ve pazarlamanın önemi yadsınamaz tabi ama dişmacunu ya da kahve seçerken kılı kırk yaranlarımızdan kaçı oy vermeden önce ilgili partinin programını okuyor? Diyelim ki okudu, somut bir soruna anlamlı bir çözüm önerisi ile karşılaşıyor mu? Yoksa eğer zahmet edip de okursak, karşılaştığımız “rant düzenine son vereceğiz” cinsinden genel ve yeknesak vaatlerden mi ibaret.

Gelin ufak bir test yapalım; soldaki iki büyük parti, CHP ve DSP. Geçtiğimiz seçimde bu iki partiye oy vermiş olan, ya da gelecek seçimde oy verecek olan milyonlarca seçmen var. Bu seçmenlerden kaçı iki parti arasındaki fark kendilerine sorulduğunda partinin lider ya da adaylarıyla değil de somut fikirleriyle ilgili bir fark ortaya koyabilir. Ben yüzde bire razı olurdum ama hiç sanmam. Tabi partileri de suçlamamak lazım. Eğer biz seçimimizi, “hayatta Baykal’a oy vermem”, “benim enişte AKP’den aday oldu”, “fişmekan gelirse kat iznimiz tamam”, “Çankaya’da türban görmeye dayanamam” seviyesinde yapıyorsak, kim niye uğraşsın yok parti programıymış yok sağlam ideolojik tabanmış. Onun yerine karizmatik fotoğraf çektir, asfalt dök, bedava kömür dağıt, daha akıllıca yatırım.

Tabi seçmeden önce asıl ne istediğini bilmek lazım. Geçen gün on küsür yıldır günde iki kez kahvemi ikram eden Melek Hanım, “siz hep az şekerli isterdiniz ama biz ağzınız tatlansın diye orta, hatta keyifsizseniz şekerli verirdik kahveyi” diyince seçimlerime güvenim kalmadı. Çok şekerli ile başladığım yolda orta’dan mezun olup sade’ye ilerlediğimi sanırken, şekerli’de takılıp kaldığımı öğrendim. Tıpkı işleri bozulmasın diye AKP’ye oy verip sonra Cumhuriyet mitinglerinde 10. yıl marşına bayrak sallayan arkadaşlarım gibi, kahve keyfi düzeyinde bile olsa daha ne istediğimi bilememişim ben. Hamdullah bey ve benzerleri, çalışıp uğraşarak, hatta inançla seçtikleri decaf venti macchiato’nun keyfini sürerken, benim önümde gitgide soğuyan sütlü kahveye hayal kırıklığıyla bakmam bundandır.

16 Ocak 2009, copyright,
http://www.aklagelen.blogspot.com/

11 Ocak 2009 Pazar

FOTOJENİK POTUS



Tom Clancy ya da Dan Brown tutkunları bilirler; POTUS kelimesi (President of the United States’in başharfleri) gizli servisin ABD başkanı için kullandığı kod adıdır.


Ben kendimi bildim bileli gelmiş geçmiş POTUS’lar sırasıyla Carter, Reagan, büyük Bush, Clinton, küçük Bush, ve pek yakında Obama’dır. Nixon ile Ford’a yetişemedim, ya da yetişsem de küçüktüm, ilgilenmedim kendileriyle. Ne garip, hatırladığım cumhurbaşkanlarımızı sıralamam daha bir zor; Korutürk, Evren, Özal, Demirel, Sezer ve Gül. Hele başbakanları denemek bile istemem. Hem sayıca çok fazlalar, hem de koalisyondur şudur budur, zor yani saymak.


Süper güç olmak böyle bir şey olmalı. ABD başkanı, ya da soğuk savaş döneminden kalma ve Amerikalıların kullanmayı çok sevdiği bir tanımlamayla “özgür dünyanın lideri” kendi liderlerimizden bile daha çok bildiğimiz, tanıdığımız birisi oluveriyor. Son ABD seçimleri öncesinde “sence kim başkan olacak?” soruları had safhadaydı. Bize neyse? Ki bu soruların da derinliği aslında “sen kimi tutuyorsun?” geyiğinden öte değildi. Öyleki, artık ABD başkanlık seçimi bütün dünyanın izlediği, öyle veya böyle taraf tuttuğu ve kuşkusuz dört yılda bir dünya politikasının en önemli olayı haline gelen bir anlamsız seyirci sporudur.


Bu karşılaşmanın son galibi Obama, Clinton hayranı hanımlar alınmasın, benim gördüğüm en karizmatik, en fotojenik POTUS. Görüntülü medyanın siyasal süreçlere bu derecede hakim olduğu ve seçimleri bir sahne sanatına dönüştürdüğü günümüzde bu belki de kaçınılmaz. Sadece ABD’de de değil tabi. Mesela Putin balık tutuyorum numarasıyla gömleğini çıkarıp KGB ajanlığı günlerinden kalma kaslarını sergiliyor, Sarkozy kendinden iki karış uzun bir içim su Carla Bruni ile kırıştırıyor, Berlusconi başarılı bir saç ektirme operasyonundan sonra tekrar seçiliyor, vesaire vesaire. Anlaşılan liderlik giderek göze hoş görünme sanatı ile özdeşleşmeye başlamış. Zamanında Brejnev’in gömleğini sıyırıp balık tuttuğunu hayal edebiliyormusunuz.... Allah korusun yani.


İşte böyle bir dönemde başkan olan Obama, en azından göze kulağa hitab ediyor. İnce uzun boylu, sıkı basketbol oynuyor, güzel konuşuyor, kitapları, uslubü de hiç fena değil. Filmi çekildiğinde kendisini oynamak için Denzel Washington ya da Will Smith ile çekişebilecek kadar rolünün adamı.


Ama bana başkanın kim olduğundan çok günümüzde ayakta kalan tek süper gücün, siyasi görüşünüze göre ya özgür dünyanın lideri, ya da dünyanın jandarması ABD iktidarının bir tek kişide toplanması daha ilginç geliyor. Ki kendisine bir şey olur ise bu büyük iktidarın mirasçısı seçilmiş bile değil, lider tarafından atanmış bir güvenilir yedek oyuncudur.


Bilim kurgu filmlerini hatırlayın; gelecekte galaksiyi herkesin üstünde bir lider değil, hep bir konsey, vatkalı pelerinlerini yok sayarsak bizim köylerdeki ihtiyar heyeti benzeri bir topluluk yönetir. Bence bilim kurgu senaristlerinin bu ortak özlemi bir tesadüf değil. Sanki bilinçaltımızda iktidarın boyutları ve gücü büyüdükçe ne kadar fotojenik olursa olsun bir tek kişinin ellerine bırakılamayacağını hissediyor, geleceği ona göre düşlüyoruz.


Aslında ABD’nin “süper güç” olmasının sırrı da burada. Sahnede parlak, karizmatik bir lider görünse de sahne arkasında çok köklü bir kurumlar, konseyler, sivil toplum örgütleri, lobiler, üniversiteler şebekesi var. Bu şebeke ve bu şebekenin köşe bekçileri, kendi küçük galaksimizin ihtiyar heyeti gibi sistemin çalışmasını, karizmatik lider kim olursa olsun, hangi partiden seçilirse seçilsin, hangi insani hataları yaparsa yapsın spot ışıklarının onun üzerinden yansımasını sağlıyor.


Şebekenin hakkını teslim etmek gerekir ki yakında sahneyi devralacak Obama da perde açıldığında seyircilerin beklentisini karşılayan bir adaydır. Umarız bu fotojenik POTUS, şebekenin çözemediği, hatta doğrudan doğruya sistemi sorgulatacak kadar derin mali krizi de göğüsleyebilecek esas oğlandır.

12 Ocak 2009 – copyright – www.aklagelen.blogspot.com

9 Ocak 2009 Cuma

KARA ÇARŞAFLI CHP


CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın bazı çarşaflı hanımların CHP’ye katılması nedeniyle kendilerine törenle parti rozeti takması çok tepki çekti. İzleyebildiğim kadarıyla CHP’nin bu yöndeki ‘’açılımını’’ alkışlayanlar çoğunluktaydı. Başta da Recep Tayyip Erdoğan. Ben başbakanın CHP’yi neden alkışladığını biliyorum.

Bu arada, bu ‘’açılım’’ kelimesine yabancıyım. Yenilik, değişim gibi bir şey sanıyordum, şimdi sözlükten baktım ‘’bakış açısı’’ demekmiş. Değişim olsaydı CHP için daha iyiydi bence. CHP kadroları o kadar uzun süredir değişmiyor ki, aynı liderlerin sadece ‘’bakış açısı’’ ile yeni bir heyecan yakalamaları zor gözüküyor.

Neyse konumuza dönelim; kara çarşaf giymeyi tercih eden bir hanımın CHP’ye üye olması itiraz edilebilecek bir durum değil. Hatta o hanım açısından belki ümit verici bir ‘’açılım’’, karadan beyaza doğru bir yeni bakış açısı bile olabilir, ki bu sevindiricidir. Bu nedenle CHP’nin bu tür bir başvuruyu kabul etmesi, yani en muhafazakar kesimden bireylere bile kapısını kapatmaması alkışlanabilir.

Ancak konu kılık kıyafet özgürlüğüne ulaşamamış birisinin siyasi fikir özgürlüğününün ifadesi falan değildir, keşke öyle olsaydı.

İşin doğrusunu gösteren iki detay şudur:

Birincisi, üye olan çarşaflı hanım, yerel seçimlerde bir mevkiin aday adayı olan eşine destek amacıyla üye olmaktadır. Yani ‘’beyim en doğrusunu bilir’’ cinsinden, ataerkil, erkek egemen bir ilkel davranış biçimi, üstelik adaylık karşılığında şu beldenin bu aşiretinin topluca 800 oyu için yapılan pazarlığın aile boyu benzeri bir alışveriş sözkonusudur.

İkincisi, o gün sayın Baykal, parti üyesi olmuş olan 8000 kişiyi temsilen seçilmiş 6 kişiye rozet takmıştır. Sekiz bin yeni üye arasından ilk 6’ya türbanlı ve kara çarşaf giyen hanımların seçilmiş olması tribünlere oynamanın somut göstergesidir. Biz son çare olarak muhafazakar oyların peşine düştük demektir.

Her siyasi partinin oylarını arttırmak gibi bir misyonu olmasını doğal karşılıyorum. Ama lütfen hatırlayalım, üniversitede türban serbest isine karşı çıkanlar ne diyordu: ‘’bu sadece bir örtü ya da bir giyim kuşam biçimi değil, bir siyasi simge, o yüzden kabul edilemez.’’ Peki partinize katılan binlerce kişi arasından onore etmek için türbanlı ve kara çarşaflıları seçince bu kıyafet tercihlerini siyasi simge haline asıl siz getirmiyormusunuz? Oy peşinde koşacağım derken, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?

CHP’nin bu ‘’açılımı’’ ile kitlelere verdiği mesaj özetle şudur; yok aslında AKP’den farkımız! İyi de madem yok bir farkınız, muhafazakar kesim neden kendi çizgisinde başarılı olan, zaten iktidar olduğu için devletin olanaklarını sonuna kadar kullanıp, en populist politikaları gütmekten çekinmeyen AKP’den vazgeçsin ki? İllaki bir ‘’açılım’’ peşindeydi iseniz, senelerdir bölünerek azalan sol oylara yönelik, oraları toparlayacak bir açılım yok muydu? CHP ola ola AKP’nin kötü bir taklidi olmaya mı özendi?

Bugüne kadar eksikleri ne kadar büyük olursa olsun CHP’nin tutunduğu ve kuşaklardır CHP’ye oy verenler için manevi önemi büyük bir söylem vardı; ‘’CHP, Atatürk’ün partisidir, CHP Cumhuriyet devrimlerinin mirasçısıdır.’’ Bugünden sonra, sayın Baykal’ın kara çarşaflı hanımlara rozet takarken çekilmiş fotoğraflarına bakıp da aynı söylemi tekrarlamak mümkün olmayacaktır.

Bunun doğal sonucu olarak CHP, muhafazakar oyların peşinde koşarken o fotoğraf ile kendisini özleştiremeyecek olan kemikleşmiş tabanında ciddi bir erozyon yaşayacak, yazık ki mahalli seçimler öncesinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacaktır.

9 Ocak 2009 – copyright – http://www.aklagelen.blogspot.com/

7 Ocak 2009 Çarşamba

NUH'UN GEMİSİ VE ZEYTİNYAĞI









Gazetede kocaman bir başlık; ‘’Nuh’un gemisi Cudi’de’’.

Heyecanla okumaya girişiyorum, Allah Allah gerçekten gemiyi buldular mı diye. Alt başlık; ‘’Meclis’te kurulan Zeytin ve Zeytinyağı Sorunlarını Araştırma Komisyonu raporunda Nuh’un gemisinin Cudi’de olabileceği belirtildi.’’ Haydaa... öncelikle yüce meclis çatısı altında Zeytin ve Zeytinyağı Araştırma Komisyonu varmış. Kısaltması nasıldır acaba; TBMMZVZYSAK?
Hadi onu bir kenara bırakalım, bu yüksek komisyonun saygıdeğer üyelerinin Nuh peygamber ve onun gemisi ile, Cudi dağıyla filan ne işleri var?
  • Efendim, Nuh peygamber binbir mahlukatı gemisine yükleyip kurtardıktan sonra gökte beyaz bir güvercin gözükmüş.
  • Eee.. ?
  • Eee’si şu ki, güvercinin ağzında bir zeytin dalı varmış. Zeytin dalı karanın uzakta olmadığını, tufanın sona erdiğini muştulamış. Hatta bu sebeple beyaz güvercin ve zeytin dalı daha sonraları barışın sembolü olarak kabul edilmiş.
  • Eeeeee... ?
  • Sabırsızlık etmeyiniz rica edeceğim, memleket meseleleri ve yüce TBMMZVZYSAK aceleye gelmez!
  • Tamam da hani yani Cudi dağı filan?
  • Ee işte komisyonumuz, zeytin ağacının deniz seviyesinden bin metre yukarıda bile yetiştiğini tespit, Cudi ve Gabar dağlarında bol miktarda yabani zeytin ağacı bulunduğunu teyid ve de Ağrı dağında zeytin ağacı bulunmadığını takdir ettiği cihetle, Nuh’un gemisinin Ağrı da değil Cudi’de olabileceği konusunda görüş bildirmiştir.
  • Zeytinyağı tabi bu, şişede durduğu gibi durmuyor!
  • Pardon nasıl buyurdunuz?
  • Zeytinyağı dedim.. İspanya, İtalya hep bizi solladı geçti, hala bir yıl var yılı, bir yıl yok yılından ileriye gidemedik, zeytinlikler toptan yazlık site oldu, hadi onları bırakın ben bakkaldan kırık zeytin istiyorum, adam bana çizik gönderiyor, buralara gelemediniz mi?
  • Gelecektik ama Nuh’un gemisi meselesine sayın Ağrı milletvekilleri gönül koydular, toplantı masasına zeytinlerle ‘’Nuh’un gemisi Ağrı’dadır, Ağrı’da kalacak’’yazmışlar, nisap yokluğundan toplanamı.... ama sayın milletvekili anlatıyordum, nereye ?
  • YOSAKDASAKSAKMADASAK toplantısı var, geciktim!
  • O ne be?
  • Başbakanlığa bağlı Yoğurdu Sarımsaklasak da mı Saklasak Çalışma Gurubu, kriz bizi teğet geçecek onu kanıtlıyacağız, hamdolsun.


7 Ocak 2009 – copyright – www.aklagelen.blogspot.com

5 Ocak 2009 Pazartesi

ÇAPSIZ HAYALLER


İstanbul Üniversitesi rektörlüğüne atanan Prof. Yunus Söylet, en büyük hayalinin türbanlı eşinin üniversitenin Baltalimanı tesislerinde yemek yiyebilmesi olduğunu söylemiş. Çok talihsiz bir beyan, maalesef çapsız bir hayal.

Sayın Söylet’i tanımıyorum. Kendisinin akademik yeterliliğini ya da rektörlük makamına uygunluğunu tartışmak amacım ya da haddim değil. Sonuçta üniversitedeki oylamada ikinci olmuş, YÖK kendisini listenin başında cumhurbaşkanına sunmuş, cumhurbaşkanı da atamış. Seçimi hukuka uygundur. Seçim yönteminin demokrasiye uygunluğu ise bu yazının konusu değildir.

Yeni rektörün başbakanın ve cumhurbaşkanının aile doktoru olmasında, ya da eşinin türban takmasında şaşırtıcı bir yön bulmuyorum. Birincisi, atama yetkisi verildiği takdirde bu yetkinin iktidar sahipleri tarafından kendi görüşlerine yakın ve özellikle de tanıyıp güvendikleri insanlar lehine kullanılması doğaldır. İkincisi, bir insanın eşinin türban takıp takmaması o insanın rektör ya da cumhurbaşkanı seçilmesine engel değildir.

Gelelim üniversite ve sosyal tesislerinde türban takılıp takılamamasına: Bence Türkiye gündemini bu kadar çok meşgul etmiş olan bu konu, abesle iştigaldir. Özellikle özgür düşüncenin beşiği olması gereken bir kurumda bireylerin kılık kıyafeti ile uğraşmak, en hafif deyimiyle çağdışıdır, tuzağa düşmektir, asıl bu boş uğraşı türbanı siyasi simge haline getirir. Sayın rektörün sayın eşi de eğer dilerse Baltalimanı tesislerinde türbanı ile yemek yiyebilmelidir. Umarım ki sayın rektör, bu özgürlüğün doğal bir uzantısı olarak başka üniversite mensuplarının da Baltalimanı’nda rakı - balık sohbeti yapabilmelerini doğal görecek, başka talihsiz örneklerde gördüğümüz gibi üniversiteye bağlı tesislerde alkol yasağı uygulamak gibi bir başka çağdışılığa kalkışmayacaktır.


Ancak sayın rektörün ilk demecindeki beyanı ümit kırıcıdır, hayalleri o makama atanmış birisine yakışmayacak derecede çapsızdır. İstanbul Üniversitesinin en yüksek makamına seçilen kişiden üniversitenin, akademisyenlerin, öğrencilerin temel sorunlarına ilişkin, kapsamlı bir hedef beklenirdi. Ne derecede siyasi anlam yüklerseniz yükleyin, giyilmesi de, giyilmesine itiraz edilmesi de çağdışı olan bir kıyafet parçası ile ilgili militarist söylemler değil.
Hadi, boyumuzu aşıp örnek de verelim: ‘’En büyük hayalim, İstanbul Üniversitesinin son yıllarda vakıf üniversiteleri karşısında uğradığı erozyonu durdurabilmek, tersine çevirmektir. Üniversitemize tarihsel mirasına yakışan konumunu geri kazandırmak için, yeniden ülkemizin en tercih edilen üniversitesi olması için çalışacağım.’’ Nasıl? Çok zor değilmiş değil mi hayallerinizin çapını genişletmek, yapabileceklerinizi dar bir militarizmin sembolü ile sınırlamamak? ‘’Başbakanın aile doktoru’’, ‘’eşi türbanlı’’ gibi yaklaşımları haklı çıkarmamak?


Kimbilir belki de Prof. Söylet’in bu demeci çarpıtılmıştır. Aslında hayalleri eşinin türban özgürlüğü ile sınırlı değildir, kendi web sitesinde (www.yunussoylet.com) anlattığı gibi üniversite için katılımcı, şeffaf bir yönetim ve kapsamlı projeler peşindedir.

Eğer öyleyse; ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.

Copyright , 5 Ocak 2009, www.aklagelen.blogspot.com

3 Ocak 2009 Cumartesi

DAMGA VERGİSİ KALDIRILMALI


İpe sapa gelmez bir vergidir damga vergisi.  Neden bilinmez, insanların anlaşmalarını yazıya dökmelerinden vergi alınır.  Eskiden pul yapıştırılırak toplanırdı.  Alay konusu olurdu, üç sayfalık anlaşmaya beş sayfa da pul lazım diye. 

İnsanlar zaten isteyerek vergi ödemez, vergi devlet zoruyla alınır ama yine de toplanan verginin savunulabilir bir haklılığı olmalı ki insanlar zorla da olsa ödesin, vergiyi kaçırmak kural, ödemek istisna olmasın. 

Bazen devlet bir hizmet verir de, o hizmetin karşılığı bir bedel alır, yani tapu harcı, pasaport bedeli gibi bir şey, amenna.  Ama damga vergisi bambaşka.  Ahmet evini Mehmet'e kiralayacak, devletin bir alacağı vereceği yok, olsun, hemen hesapla aktin değeri üzerinden binde yedibuçuk damga vergisi...  Aktin değeri hesaplanamadı mı? Hiç önemli değil, bul sözleşmedeki en yüksek rakkamı, onun üzerinden hesapla.  Vergiden, Ahmet de, Mehmet de sorumlu.  Maliye birini yakalayamaz ise öbüründen tahsil edecek.  Bugün rıza ile ödemezsen yarın o anlaşmadan mahkemeye düştüğünde cezası ile alacak.  Diyelim ki tedbirli bir adamsın, anlaşmayı günün birinde lazım olur diye üç beş kopya düzenledin ver bakalım her bir kopya için ayrı damga vergisi.  Tam bir deli saçması. 

Ahmet ev sahibi olduğu için emlak vergisini ödüyor, kira geliri elde ettiği için gelir vergisini ödüyor, Mehmet evde oturduğu için belediye harcı, çevre temizlik vergisi vesaire ödüyor.  Diyelimki günü geldi anlaşamadılar, mahkemelik oldular, dava açmak için harcı da ödeniyor.  Peki damga vergisi neyin nesi?

İnanması güç ama damga vergisi anlaşmayı yazıya dökmenin bedeli.  Yani Ahmet ile Mehmet kira sözleşmesini sözlü yapsalar vergi yok.   Sözleşme yine geçerli.  Tabi ispat edebilirsen.   Peki uygulamada ne oluyor; damga vergisini ödememek için insanlar, sözleşme yapmaktan kaçınıyor, karşılıklı mektupçuluk oynuyor, sözleşmenin değerini saklıyor ya da düşük gösteriyor.  Özetle damga vergisinin haksızlığı, yalan yanlış beyanı teşvik ediyor, ticari ilişkileri kayıt dışılığa yöneltiyor.

Neye dayanarak, hangi akla hizmet böyle bir vergi toplanır ?  Tabiki maliye açısından karlı bir iş, öyleki 2007 yılında toplanan verginin yüzde 2.4'ü damga vergisi.  Bir de bu sadece kaçırılmayıp beyan ile ödenen kısmı.  

Sadece devletin paraya ihtiyacı olması vergiyi haklı kılmaz.  Doğuracağı vergi kaybı ne olursa olsun, herhangi bir haklı sebebi olmayan damga vergisi bir an önce kaldırılmalı.

3 Ocak 2009 - İstanbul
Copyright - aklagelen

1 Ocak 2009 Perşembe

İSRAİL’İN CİNNETİ



İsrail neden haksız? Çünkü, çocukların üstüne bomba atamazsın. İşte bu kadar basit.


Bazı şeyleri basite indirgemekte fayda var. Aslında Ortadoğu gibi haklının haksızın içiçe olduğu, dinler savaşının yüzyıllardır doğru ile yanlışı bulanıklaştırdığı, petrol üzerinde dönen dolaplara sürekli kurban verildiği bir karmaşıklıklar beldesinde buna daha çok ihtiyaç var. Çünkü cephede bile müslüman, yahudi, ateist her insanın evet diyebileceği genel geçer bazı kurallar sarsılmaz doğrudur. Örnek; masum çocukları öldürme.


İsrail’in Gazze’de Hamas’ı yok etmek adına sivil yerleşim birimlerini bombalaması meşru müdaafa, orantılı - orantısız güç kullanımı, her ülkenin kendi dış güvenliğini koruma hakkı gibi uluslararası hukuka ait süslü kavramlar ile açıklanamaz. İlla bir kategoriye koymak gerekiyorsa buna cinayet der geçeriz.


Kuşkusuz İsrail, Hamas’ın da asker / sivil ayırt etmeksizin İsrailli vatandaşların canına kast ettiği iddiasındadır, ve varsayalım ki bu iddiasında haklıdır. Yine varsalım ki İsrail’in elinde azılı Hamas militanlarının bugünlerde resimlerine aşina olduğumuz yıkılmış apartman bloklarında yaşadıklarına dair güvenilir istihbarat vardır. Bu durumda bile devlet gibi devlet, adam gibi adam, asker gibi asker, içinde çoluk çocuk masumların da olduğu bir binayı bombalamaz, bombalayamaz. Gerçekten güçlü olan, o militanları o binadan çıkartır, savaşın gereğini etrafı çocuk cesetleri ile doldurmadan, haklı iken haksız hale gelmeden yapmayı bilir. Örnek, 1960’lı yıllarda İsrail kendi varoluş savaşını sürdürürken de Filistin Kurtuluş Örgütü’ne yataklık yaptığından şüphelendiği köylerdeki evleri dinamitliyordu. Bir farkla, içindekileri boşalttıktan sonra.


Diyelim ki sözkonusu olan bir istihbarat hatasıdır. Aslında askeri sanılan hedefler vurulmuştur, amaç çoluk çocuk katliam değildir. O zaman, bir sonraki gün hatan anlaşıldığında, saldırının, hedefin, füzenin şeklini değiştirir, çocukların başına gökyüzünden ölüm yağdırmamak için gerekeni yaparsın. Bunun yerine zafere kadar savaş çığlıkları atıyorsan, daha da çok sivili öldürecek şekilde güç kullanmaya devam ediyorsan, hatta donanman yaralılara yardım taşıyan tekneleri batırmaya teşebbüs ediyorsa, bu durumu tanımlamak için kullandığımız kelime artık cinayet değil cinnet olur. Ve sen Londra’yı bombalayan Naziler kadar, Hiroşima’yı vuran A.B.D. kadar haksızsındır.


Peki daha sonra ne olur?


Öncelikle batılı başkentlerdeki protesto gösterileri ve kamuoyu tepkisinden hiç bir şey olmaz. Gazze saldırısının zamanlaması mükemmeldir. Yeni yıl ve yoğun ekonomik kriz gündeminde ve özellikle A.B.D.’deki başkanlık değişimi öncesine denk gelen (ya da bilinçli olarak denk getirilen) bu saldırıya karşı tepkilerin tavsaması uzun sürmez. Keza bir kaç güne toplanacağı söylenen Arap zirvesinden de medet ummak doğru değil. O zirvenin sonuç bildirisi de hazır ve hatta bir kopyası bugünden Mossad şefinin masasındadır zaten. Hamas’a karşı üstün askeri gücüne dayanarak İsrail, Gazze’yi tekrar işgal edebilir ve askeri açıdan anlamlı bir direniş ile karşılaşmadan geçici ve yüzeysel kontrolü sağlar.


İsrail’in korkması gereken bu son cinnetinin sonuçlarının etrafını çevreleyen ve hatta kendi içinde yaşayan müslüman toplumda doğuracağı karşı cinnettir. Eğer görmediyseniz saldırıda ölen bir küçük kızın cenaze töreninden görüntülere bakın. Tabi o artık bir cenaze töreni değidir. Zavallı kızın cansız bedeni, slogan atan, delirmiş bakışlı bir kalabalığın elleri üzerinde, beyaz kefen filan hakgetire, vücudu sarı naylon torba ya da bez gibi birşeylere sarılmış, yüzü ve saçları, büyük ihtimalle medyaya malzeme sağlamak üzere açık, kanlı bırakılmış. Onun bu dünyadan uğurlanışı belki de onunla birlikte saldırıda ölmüş olan ailesinin kederinin veya ölüye saygının bir ifadesi değil artık, bir başka cinnete dönüşmüş, küçücük çocuğun yaralı bedeni saldırıya karşı duyulan nefretin dekoru haline gelmiş.


İşte İsrail’in korkması gereken o karşı cinnet, ve onun besleyeceği ölçüsüz tepkiler, canlı bombalar, başka başka masumların, çocukların hayatına kastedecek ilkelliklerdir. Ve ülkeler, politikacılar, askerler, bombaların tetiğini tutanlar, kural vicdan umursamaz bu cinnetin yine cinnet doğurduğunu farketmedikçe kendi çocuklarını bombalamaya devam ederler. Nitekim gerek İsrail, gerek Hamas tüm ateşkes önerilerini reddettiklerini bildiriyorlar.


Cinnetten akıla, ordan belki barışa gidebilecek yolda, kolay, basit bir kural: Masum çocukları öldürme!


1 Ocak 2009 – İstanbul


Copyright 2009 - aklagelen